16 Kasım 2008 Pazar

Kanserden uzak tutacak 10 uyarı


Dr. Mitchell Gaynor, kanserden korunmak için altın değerinde 10 uyarıda bulunuyor. En önemlilerinden biri brokoliyi sofradan kesinlikle eksik etmemek...

1) A, B6, C, E vitaminleri, Beta-karoten ve folikasit eksikliği güçsüz bir bağışıklık sisteminin habercisidir ve kanser oluşumuna yol açar.

2) Çinko eksikliği, bağışıklık sistemimizin en önemli yapı taşlarından olan timüs bezinin küçülmesine yol açar. Özellikle ilerleyen yaşlarda çinko takviyesi şarttır.

3) Hergün mutlaka selenyum almalısınız. Selenyum savaşcı T-hücrelerimizi güçlendirir.

4)NAC(n-acetyl-cyteine) hergün yemeklerle beraber 600 mgr alınmalıdır. Ayrıca yapılan çalışmalarda günde 2 kez alınacak 600 mgr NAC’in gribe yakalanma ihtimalini çok düşürdüğü gözlenmiştir.

5) Glutathione çok önemli bir antioksidandır, günde alınacak 250-500 mgr glutathione yeterlidir ama mutlaka selenyum ve vitamin B2 ile birlikte alınmalıdır. Aksi takdirde görevini istendiği şekilde yapamaz.

6) Lütfen sofranızdan brokoliyi eksik etmeyin.

7) 250-500mgr arası citrus oil extract yemeklerle beraber alınırsa faydalıdır. Bazı midelerde problem yaratabilir, dikkat...

8) Yeşil çayı hayatınıza dahil edin lütfen...

9) Zerdeçal, doğanın bir başka mucizesi, salatalarınıza, yemeklerinize serpin lütfen. Başlangıçta tadı yadırgıyabilirsiniz ama vazgeçmeyin.

10) Bitkisel açıdan zengin bir beslenme şekli, egzersiz, olabildiğince az stres, doğru vitamin ve mineral katkılariyle bağışıklık sistemiminizi ayakta tutabilirsiniz.


kaynak:vatan

23 Eylül 2008 Salı

Antioksidanlar(kanser önleyiciler)

Tıp, bir yandan hastalıkların tedavisinde yeni olanaklar araştırırken, öte yandan da sağlıklı bir yaşam sürdürme, hastalıkları önleme yolunda yoğun çalışmalar yapmaktadır. Bu alanda en yoğun çalışmalar beslenme üzerinde sürmektedir. Gıdalardaki lif oranları, vitaminler, beslenmedeki protein, karbonhidrat ve yağ miktarları, yağlardaki doymuş yağ asidi yüzdeleri neredeyse hepimizin öğrenmeye başladığımız kavramlar.

Bu konuya daha titizlikle eğilenler, son zamanlarda antioksidanlardan sıklıkla söz edildiğini görmüşlerdir. Bu konu çok konuşuluyor ama, bilgilerin yeterli olmadığını da görüyoruz. Eksik bilginin, bilgisizlikten daha tehlikeli olduğu ilkesinden hareket ederek, antioksidanlar konusu biraz anlatmak istiyorum.

Antioksidan nedir?

Vücut hücreleri tarafından üretildiği gibi, gıdalarla da alınan bir grup kimyasal maddedir. Gıdalarla alınan en önemli antioksidanlar, betakaroten, E ve C vitaminleridir.

Nasıl etki ederler?

Soluduğumuz havadaki oksijen, vücut içinde serbest radikaller adı verilen ve toksik (zehirli) etki gösteren bazı maddelerin oluşmasına neden olur. Demirin paslanması ve balığın sudan çıktıktan sonra ölmesi, oksijenin zararlı etkilerine örnektir. Vücudumuzda bulunan antioksidanlar, serbest radikallere karşı etki göstererek bunların zarar vermesini önler.

Antioksidanların hastalıkları önlediği söylenebilir mi?

Bu konuda kesin konuşmak için bazı çalışmalar daha yapılmalı. Ancak tıbbi istatistik çalışmaları, ne kadar yüksek dozda antioksidan alınırsa, kanser ve kalp krizi gibi amansız iki hastalığa yakalanma ihtimalinin o denli azaldığını ortaya koyuyor. Ayrıca bulaşıcı hastalıklar ve katarakt konusunda da yararlı etkilerinin olduğu biliniyor. Ancak bu etkinin, oluşmuş hastalığın tedavisini değil, hastalıkların önlenmesini sağladığını bir kez daha hatırlatmak isterim.

Ne kadar antioksidana ihtiyacımız var?

Bu konuda kesin bir rakam vermek güç. Çalışmalar, alınan miktar arttıkça koruyucu etkinin de daha fazlalaştığını ortaya koyuyor. En son çalışmaların ışığında, günlük C vitamini ihtiyacının 250 ile 1000 mg. arasında olduğu söylenebilir. Bu doz, E vitamini için 100 ile 400 ünite, beta karoten için 6 ile 30 mg. arasında olduğu söylenebilir.

Dengeli bir beslenmeyle, yeterince antioksidan almıyor muyuz?

Son çalışmalar antioksidanların yüksek dozda alındıklarında daha yararlı olduğunu gösteriyor. Gıdalardan bu dozda antioksidan sağlanmasında en önemli sıkıntı E vitaminindedir. Bilindiği gibi E vitamini yağda eriyen bir vitamin olup ve en önemli kaynağı da bitkisel yağlardır. Bitkisel yağlardan ideal dozda E vitamini alabilmek için, örneğin 2 bardak ayçiceği yağı içmek gerekir ki, sağlık açısından bu miktarda yağ alınmasını da uygun görmüyoruz.

A vitamininin yapı taşı olan beta karoten ve C vitaminini, gıdalarla almak mümkün. Bunun için temel şart dengeli bir beslenmedir. Ancak, çok yüksek dozlara ihtiyaç olduğunda, vitamin takviyeleri gerekli olmaktadır.

Son zamanlarda piyasaya verilen vitamin ve mineral takviye ilaçları, gerekli olan her maddeyi içerir gibi gözüküyor. Bu doğru mudur?

Her maddeyi haplardan almak mümkün değil. Gıdalarda bunların dışında olan ve vücut için hayati önemi olan bir çok madde bulunmaktadır. Örneğin kompleks karbonhidratlar, temel yağ asitleri, temel aminoasitler gıdalardan alınır. Ayrıca son zamanlarda, bitkilerde bulunduğu ortaya konulan bazı kimyasal maddelerin de sağlık açısından çok önemli etkilerinin olduğu görülüyor. Phytochemicals adı verilen bu maddeler de, sadece iyi dengelenmiş bir beslenme ile alınabilmektedir.

Antioksidan içeren vitamin takviyelerini kullanmaya başlamak mı yoksa araştırmaların biraz daha ilerlemesini beklemek mi daha uygun?

Antioksidanların, sağlık açısından risk taşımadan yararlı etkiler sağladığı ortaya konuldu. Sürmekte olan çalışmalar yararın hangi oranda olduğunu ve başka hangi alanlarda kullanılabileceğini ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin kalp krizini %40 mı yoksa %10 oranında mı azalttığı belirlenmeye çalışılıyor. Eğer %10 gibi bir oran bile tesbit edilse, bu da çok önemli değil mi?

Tabii ki antioksidanlar mucize değildir. Eğer siz doymuş yağlarla besleniyorsanız, sigara içiyorsanız, aşırı alkol alıyorsanız, eksersiz yapmıyor ve otonuzda emniyet kemeri kullanmıyorsanız, sadece E vitamini ya da diğer antioksidanları aldığınız için hayatınız kurtulmaz. Diğer önlemlerle birlikte, bunlar da daha sağlıklı bir yaşam için önemli bir yapı taşıdır. Unutmayın en önemli yapıtlar, yapı taşlarının birbirleriyle uyumları sayesinde yükselir ve ayakta kalır.

16 Eylül 2008 Salı

Zakkumcu doktoru ABD kaptı

Zakkumcu doktoru ABD kaptı!

  • 1992'de, ABD'den, zakkumdan elde edilen 'Oleander' maddesinin bağışıklık sistemini güçlendiren etkisi üzerine patent aldı
  • 1995'te bu konudaki araştırma haklarını bir ABD firmasına verdi
  • İlacın faz 2 çalışmaları devam ediyor
  • Çalışmalar tamamlanıp sağlık bakanlığı onay verdiğinde, ilacı ABD'den ithal edeceğiz
  • İlaç Honduras'ta resmen satılıyor, İrlanda'da bazı şartlarda kullanma izni var
  • Zakkumdan elde edilen ilaç, kanserin yanı sıra AIDS'e de iyi gelecek
  • Dr.Ziya Özel
    Dr.Ziya Özel Göster
    Onu tüm Türkiye üçkâğıtçı, şarlatan, sahtekâr, yalancı gibi sıfatlarla hafızalara kazımışken, dünya 'Zakkumcu Ziya'ya, daha doğrusu Genel Cerrah Op. Dr. Ziya Özel'e 'insanlığın yararına büyük bir buluşun altına imza atmış değerli bir bilim adamı' gözüyle bakıyor. Her ne kadar, zakkum bitkisinin (Nerium Oleander) kanser hastalıkları üzerindeki olumlu etkileriyle ilgili çalışmaları Türkiye'de 'bir göz atılmaya' dahi değer görülmemiş olsa da, Op. Dr. Ziya Özel'in adı dünya çapında tıp literatürüne geçti bile. Zakkumun ekstresinden, yani hammaddesinden oluşturduğu ilaç, ABD'de, Texas eyaletinin San Antonio kentinde bulunan Ozelle Pharmaceuticals laboratuvarlarında üretilmeye başlandı. Texas Üniversitesi M.D. Anderson Kanser Merkezi, Cleveland Kanser Kliniği, Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi gibi ABD'nin önde gelen tıp merkezlerinde bu ilacın etkileriyle ilgili ciddi klinik çalışmalar ise sürüyor. Klinik çalışmaların faz 1 denemeleri, FDA tarafından onaylanarak faz 2 çalışmalarına başlanmasına izin verildi; hatta Dr. Robert Bockowski başkanlığında Cleveland Kanser Kliniği'nde gerçekleştirilen ve zakkumdan elde edilen hammaddenin tümörlere karşı etkili olduğunu gösteren klinik çalışma, ABD'de Amerikan Klinik Onkoloji Cemiyeti'nin (ASCO) 2001 yılında düzenlendiği konferansta bile sunulmuş durumda. Dünya çapında, özellikle de ABD ve Avrupa'da birçok laboratuvar, ileride başta kanserli hastalara yarar sağlayacak olan bu ilacın piyasaya bir an önce çıkması için klinik çalışmaları sürdürerek adeta birbirleriyle yarışıyor, Dr. Ziya Özel'e de gelişmelerle ilgili düzenli rapor veriyorlar. Rapor vermek zorunda olmalarının nedeni ise zakkumdan elde edilen 'Oleander' adlı hammaddenin patentinin 1992 yılından beri Op. Dr. Ziya Özel'de olması. İrlanda'da bazı durumlarda ilacın kullanılmasına izin verilmişken, Honduras'ta ilaç resmen eczanelerde satılıyor...
    Peki tüm dünyadaki bu bilimsel çalışmalara öncü olarak gösterilen, ancak kendi ülkesi tarafından 'pratisyen hekim', hatta 'Zakkumcu Ziya' olarak dışlanan, mahkeme kapılarında 'süründürülen', yıllarca kanser hastalarını 'kandırmakla' suçlanan Op. Dr. Ziya Özel şu an nerede ve ne yapıyor? Bunu kimse bilmiyor. Çünkü o, artık herkese kırgın, herkese küskün, kimseyle görüşmüyor, telefonlara çıkmıyor, gazetecileri ise yanına bile yaklaştırmıyor. Artık hasta da bakmıyor, kâh Marmaris'te, kâh İstanbul'da, kâh Amerika'da yaşamını sürdürerek ilacıyla ilgili bilimsel gelişmeleri takip ediyor, Türkiye'nin bu ilacı üreteceği günleri değil de, maalesef milyar dolarlar vererek ABD'den ithal edeceği günleri üzüntüyle bekliyor...
    Op. Dr. Ziya Özel'le görüşebilmek için binbir yolu denedik, telesekreterine mesajlar bıraktık, onu tanıyan-tanımayan herkesten yardım istedik, belediye başkanını bile devreye soktuk, ama olmadı. Dr. Ziya Özel küskünlüğünü bozmadı. En sonunda İstanbul'dan kalkıp elimizde bir kutu çikolatayla Marmaris'teki evinin kapısını çaldık. Ve sonunda bizimle barıştı... İşte, hiç kimsenin ulaşamadığı Dr. Ziya Özel'in, Marmaris'teki evinin bahçesinde tam iki buçuk saat boyunca Tempo'ya anlattıkları...

    -----
    Hedef bağışıklık sistemini güçlendirmek

    - Zakkumlarla ilgili çalışmalarınıza ne zaman başladınız?
    1970'te Muğla Devlet Hastanesi'nde başhekimlik yaparken, kanserli hastaların çokluğu dikkatimi çekti. O yıllarda kanserli hastaların coğrafi dağılımını da araştırıyordum, yani Türkiye'nin hangi bölgesinde hangi kanser türlerinin sık olduğunu. Aynı zamanda hafta sonları civardaki köylere gidip, oralardaki insanlarla temas kurarak, onların yaşantılarına bakardım. Bir gün, bir köyde cilt kanserli bir hastanın yarasını gösterdiler bana. Yaranın üzerine halk arasında 'ağı yaprağı' olarak bilinen, zakkum yaprağı sarılıydı. Bunun, azgın yaraya iyi geldiğini söyledi bana köylüler. Dolayısıyla ben de zakkumun kanserler üzerindeki etkisini araştırmaya başladım ve zakkumla ilgili ilk çalışmalarıma 1966'da başlamış oldum. Her türlü tedavi şansını kaybetmiş olan hastalarda bazı uygulamalar yaptım ve aldığım sonuçları 1973'de Ankara'da toplanan 4. Balkan Tıp Günleri toplantısında sundum. Toplantıda, elimde kanserli hastalara iyi geldiğini gördüğüm bir bitki ekstresi olduğunu, etkisinin, kanserde bugüne kadar kullanılan ilaçların etkisine benzemediği; saç dökmediği, kan değerlerini düşürmediği, sadece bazı hastalarda üşüme, titreme ve ateş gibi reaksiyonlar görüldüğünü anlattım. Ayrıca, ekstrenin yan etkisinin tıpkı aşıların yol açtığı yan etkilere benzediğini söyledim ve araştırma imkanı olan kuruluşların bu konuya eğilmelerini önerdim. Kongrede vermek istediğim mesaj buydu ama yerini bulmadı. Daha bir gün sonra "Olmaz böyle bir şey, Amerika bu işe Türkiye'nin bütçesi kadar para ayırıyor ve bir şey bulamadı. Sen mi bulacaksın?" diye üzerime yürüdü herkes. Ve bu işi bırakmam için her türlü baskıya maruz kaldım.
    - Neden bu işi bırakmadınız?
    İyi olmuş hastaları gördüğüm için bu konuyu bırakamadım ve çalışmalarıma devam etme ihtiyacı duydum. Yurtiçinde ve yurtdışında araştırma yapma imkanı olan yerleri aradım. Zakkumun hammaddesinin bağışıklık sistemi üzerindeki olumlu etkisini 1986 ve 87 yıllarında Sandoz laboratuvarı tespit ederek bana bildirdi. Basel'de düzenledikleri bir toplantıda zakkum hammaddesinin nasıl etki ettiğini, etki tarzını, yan etkilerini, zehirli olup olmadığını ve buna benzer her türlü sonuçları açıkladılar. Daha sonra Almanya'da çalışmalar yapılmaya başlandı ve sonuçlar 1990'da Bonn'da düzenlenen bir Uluslararası Farmakognozi Kongresi'nde açıklandı.
    - Oleander adlı zakkum ekstresinin patentini ne zaman aldınız?
    Patent için 1986 yılında başvurduk, ancak patentin çıkması 1992'yi buldu. ABD ve Avrupa dahil, dünyanın 28 ülkesinde zakkumun hammaddesi olan Oleander'in patentini aldım. Hem ABD'de, hem de Avrupa'da aynı anda çıktı. Avrupa'da merkezi Münih'te olan Avrupa Patent Merkezi var. Orada 12 ülkenin patenti birden çıkarıldı. 1995'in sonunda ise ABD'de benim adımı verdikleri 'Ozelle Pharmaceuticals' adlı bir firmaya araştırma haklarını verdim. Hâlâ da ABD'de araştırmalar yapılıyor zakkumla ilgili. Bu şirket ABD'de ilacın faz 1 denemelerini yaptı, faz 2 denemeleri ise şirket içindeki bazı anlaşmazlıklardan dolayı biraz gecikti. Ancak şu an o sorunları da aştılar ve faz 2 çalışmalarına devam ediyorlar. Kısa süre içinde bu çalışmaların da tamamlanacağını ve ilacın insanlığın hizmetine girecek şekilde geliştirileceğini umuyorum.
    - Patentin ne olduğunu bilmeyen profesörlerin bile var olduğu bilinen bir gerçek. Bu nedenle patentin ne olduğunu ve ne işe yaradığını anlatabilir misiniz?
    Patent, yeni bir buluşa verilen haktır. Bir buluşla ilgili patent aldıktan sonra 17 yıl süreyle patent sahibinin müsaadesi olmadan, hiç kimse o buluşu kullanamaz. Türkiye'de zannedildiği gibi bir dosya hazırlayıp ücretini ödeyen herkese verilen bir belge değil patent. Çok zor alınıyor. İlk olarak yetkililere bilgi veriliyor. Yani, patent enstitüsüne ilacın tarifini ve çalışmalarınızla ilgili bilgi veriyorsunuz. Daha sonra bu tarifi oradaki uzmanlar kendi laboratuvarlarına girip uyguluyorlar. Bütün bu masrafları da siz ödüyorsunuz. Bir de ABD'de bir dosya götürerek patent alınmıyor. Patenti takip edebilmek için ayrıca ABD kökenli bir patent avukatı da bulmak zorundasınız. Çünkü patent alınıncaya kadar sürekli yazışmalar oluyor. Tüm dünyada insanlar ilacım ile ilgili yaptıkları her araştırmayı bana rapor etmek zorunda.
    - İlacınızın çalışmaları henüz faz 2'de. Peki bir ilacın FDA tarafından onaylanabilmesi için kaç evreden geçmesi gerekiyor?
    FDA'nın kendine göre kuralları var. Faz 1 ve faz 2'den sonra faz 3 ve faz 4'ü tamamlamak gerekir. Ama FDA, ilacın kıymetine göre bu evreleri kısaltabiliyor. Israrla belirtmek istediğim bir konu var: Bu ilaç kanser ilacı değil. Bu ilaç, vücutta bağışıklık sistemini güçlendirme ilacı. Halkımız arasında yanlış biliniyor.
    - Öyleyse sadece kanser değil, AIDS gibi bağışıklık sistemini ilgilendiren birçok hastalığın tedavisinde kullanılabilir...
    Elbette. Örneğin bağışıklık sistemindeki bozukluklardan kaynaklanan, Behçet Hastalığı ya da AIDS gibi pek çok hastalıklar var. Ancak çalışmalar daha çok kanser üzerine. Honduras'ta bir klinik bu ilacı birçok hastalığın tedavisinde kullanıyor. Ancak bu klinik eskiden ilacı ABD'de bu ilacı üreten Ozelle Pharmaceuticals şirketinden alıyordu, şimdi almıyor. Çünkü bu şirket onlara yaklaşık 1 buçuk yıldır ilaç vermiyor. Vermedikleri halde ilacın oraya nasıl gittiğini merak ediyorum. Bir üçkağıt var ortada. Herhalde birileri kaçak üretiyor.
    - Honduras'ta bu ilaç resmen satılıyor mu?
    Evet. Özellikle de Honduras'taki Salud Integral adlı kliniğin çok ciddi çalışmaları var bu konuyla ilgili. Honduras'ta ilacın kullanılması ve eczanede satılmasına dair hükümet kararı var. Orada resmen satılıyor ve kullanılıyor. İrlanda'da da bazı şartlarda kullanma izni var.
    - Sizce ilaç ne zaman piyasaya çıkabilir?
    Bu, çalışmaların hızına ve başarısına bağlı. Faz 2 denemelerinin 2004'te biteceğini düşünüyorum. Daha sonra çalışmalar biraz daha yaygınlaşacak ve hızlanacak. Ayrıca FDA, bazı özel hastalıklarla ilgili çalışmalarda, bütün kurallar tamamlanmadan da, yani bütün aşamalardan geçilmeden de o ilaca onay verebiliyor. Belki de bütün prosedürler tamamlanmadan da FDA onay verebilir ve ilaç piyasaya çıkabilir.
    - Yurtdışındaki önemli çalışmalardan biraz söz edebilir miyiz?
    Yurtdışında en büyük çalışmayı ilk Sandoz bilim adamları yaptı ve zakkumla ilgili her şeyi onlar ortaya koydu. Daha sonra Almanya'da bir Türk-Alman araştırma grubunun birçok çalışması oldu. Bu çalışmalar da zaten 1990'da Bonn'da düzenlenen uluslar arası bir kongrede açıklandı. ABD'deki çalışmalar da başta Ozelle Pharmaceuticals olmak üzere birçok merkezde yapıldı. Özellikle de Texas Üniversitesi M.D Anderson Kanser Merkezi'nde ilaç ile ilgili çok çalışma yapıldı, hâlâ da yapılıyor. Cleveland Kanser Kliniği'nde ilacın faz 1 denemeleri yapıldı. Yani dünya çapında özellikle de Avrupa ve ABD'de yıllardır bilimsel çalışmalar yapılıyor. Yakın bir zamanda, inşallah çalışmaların faz 2 denemeleri de tamamlanacak.
    - Bu ekstre, özelikle hangi kanser türlerinde etkili?
    Kanser türünün hiçbir önemi yok. Bu ilaç bağışıklık sistemindeki sorunları düzeltmeye yönelik olduğu için belli bir kanseri hedeflemiyor. Bağışıklık sistemi, bir ilaçla tedavi edildiğinde kanserin de kesinlikle tedavi edilebileceğine dünya inanıyor, dünya biliyor. Bu, kanser hücresini öldürücü bir ilaç değil. Ancak henüz piyasaya çıkmadı, dolayısıyla çok net bir şey söylemek için henüz erken. Ben şu an heyecanla araştırmaların sonuçlarını bekliyorum ve içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla da artık hasta kabul etmiyorum.
    - Sizi Türkiye'de destekleyen hiç kimse olmadı mı?
    Ben bugüne kadar en büyük desteği rahmetli Turgut Özal'dan gördüm. Bana bu bilimsel araştırmalar için ne kadar paraya ihtiyaç olduğunu sorduğunda, ben de 500.000 dolara ihtiyaç olduğunu söyledim ve örtülü ödenekten araştırmalar için bu para ayrıldı. Bu para Teşebbüsü Destekleme Ajansı'na verildi. Sadece bu araştırmalar için bu para harcanacaktı, ama o ajansın yetkilileri daha sonra değiştiğinde, maalesef para da başka şeyler için harcanıp yok edildi.
    - Peki bu ilacınız FDA tarafından onaylanıp, ABD'de piyasaya sunulduğu zaman Türkiye ne yapacak?
    ABD'den ithal edecek. 1976'da bu ilaçla ilgili Sağlık Bakanlığı'yla mahkemelik olmuştum. O zaman avukatım Burhan Apaydın müdafaasında şöyle demişti: "Ben buraya Dr. Ziya Özel'i müdafaa için gelmedim. İleride bu fakir millet bu ilacı yurtdışından ithal etmek mecburiyetinde kalmasın diye geldim" demişti. Ancak avukatımın ve benim uğraşlarım maalesef ciddiye alınmadı ve Türk milleti ciddi paralar ödeyerek bu ilacı yurtdışından getirmek zorunda kalacak.

    - Türkiye'de bir şirket bu ilacı üretemez mi?
    ABD'den izin alması gerekir. Çünkü ben araştırma yapmaları ve ilacı üretmeleri için bütün hakları onlara verdim. Türkiye bu hakkı zamanında istemedi. İyi niyetle, böyle bir ilacın insanların hizmetine sunulması için çaba harcadım, ama bundan bazı çevreler rahatsız oldu.
    kaynak:tempo

    15 Eylül 2008 Pazartesi

    Kanser tarama testleri

    Kanser Tarama Testleri
    • Erken tanı için tarama yöntemleri nelerdir?
    Ne var ki diyeti ve diğer çevresel faktörleri tamamen kontrol altına aldığımızı var saysak bile, kanserden
    tamamen uzak olmamız mümkün değildir. Çünkü ilerleyen yaşla birlikte hücrelerdeki çoğalmayı kontrol eden
    mekanizmalar zayıflamakta, dahası o güne dek yapılmış olan hücresel hatalar da birikmektedir. Hiç bir
    şikayeti olmayan sağlıklı bireylerde kanser taraması yapılarak etrafa yayılmadan hastalığı erken evrede
    yakalamaya çalışılmaktadır. Bu sayede hastalık daha kolay tedavi edilebilecektir.
    Aşağıda ABD'nin Ulusal Kanser Enstitüsü'nün kanser taraması önerileri özetlenmiştir.
    1. Meme Kanseri:
    Kendi kendine meme muayenesi: 20 yaşından başlayarak her ay
    yapılması önerilir.
    Klinik meme muayenesi: 20-40 yaş arası 2-3 yılda bir, 40 yaş üzerindeki
    kadınlarda ise her yıl doktor tarafından yapılması önerilir.
    Mammografi (meme rontgeni): 50 yaş üzerindeki kadınlarda yılda bir
    yapılması önerilirken, 40-50 yaş arasındaki kadınlarda meme dokusu daha
    yoğun olduğu için şüpheli kitleleri gösterme başarısı daha düşüktür. Bu
    yaşlar arasında yapılıp yapılmayacağı, yapılacaksa da hangi sıklıkta
    yapılması gerektiği tartışmalıdır. Amerikan Kanser Cemiyeti mammografi
    çekimlerinin 40 yaşında başlamasını ve her yıl tekrarlanmasını
    önermektedir.
    Ultrason: Tek başına bir tarama testi değildir. Gerekli görüldüğünde diğer
    testlere eklenmelidir.
    Meme MR'ı: Ailesinde meme kanseri olan, yüksek riskli kişilerde faydalı
    olduğu düşünülmektedir. Bu kişilerde tarama testi olarak kullanımını
    inceleyen çalışmalar devam etmektedir.
    2. Serviks Kanseri:
    Amerikan Kanser Cemiyetinin önerileri şunlardır:
    • İlk cinsel ilişkiden itibaren ilk 3 yıl içinde veya en geç 21 yaşında serviks kanseri tarama testlerine
    başlanmalıdır. Her yıl kadın doğum muayenesi ve Pap testi yapılmalıdır.
    • 30 yaşından sonra peş peşe yapılan son 3 tarama normal bulunmuşsa tarama arlıkları 2-3 yılda bire
    çıkartılabilir. Eğer anne karnındayken dietilstilbesterol (DES) kullanılmıssa, HIV infeksiyonu varsa, veya organ
    nakli, kemoterapi tedavisi yada uzun süreli kortizon içeren ilaçlar kullanması nedeniyle bağışıklık sistemi
    baskılanmışsa kontrollere yıllık devam edilir.
    • 30 yaş üstü ve normal sonuçları olan kişiler için diğer bir öneride 3 yılda bir yapılacak olan Pap testi ve
    HPV-DNA testidir.
    • 70 yaş ve üstü kadınlarda son yapılan Pap testlerinden 3 veya daha fazlası veya peş peşe yapılan
    testlerden 10 tanesi birden normal gelirse serviks kanseri için tarama sonlandırılabilinir. Yukarıda belirtildiği
    gibi bağışıklık sistemini baskılanmış hastalarda tarama yıllık olarak devam etmelidir.
    • Histerektomi (rahmin rahim ağzı ile birlikte tamamen alınması) ameliyatı olan hastalarda tarama yapılmaya
    bilinir.
    3. Kalın Barsak Kanseri:
    Kalın barsak kanseri taramasında 5 test kullanılabilir. Bunların başarı oranları birbirine eşittir.
    a. Dışkıda gizli kan aranması: Dışkıda sadece mikroskopla görülebilen kanamaları bu test saptayabilir.
    Farklı günlerde alınan 3 dışkı örneği test edilir. Yılda bir tekrarlanır.
    b. Sigmoidoskopi: Makattan ince ışıklı bir tüple girilip kalın barsakların bir kısmının incelenmesidir. Eğer
    şüphelenilen bir bölge, polip, ülser, v.b. görülürse aynı zamanda biyopsi yapılmasına da olanak sağlar. 5 yılda
    bir tekrarlanmalıdır.
    c. Sigmoidoskopi ve yıllık dışkıda gizli kan incelenmesinin birlikte yapılması.
    d. Baryumlu kolon grafisi: Makattan özel bir ilaç verildikten sonra çekilen rontgenlerdir. 5 yılda bir
    tekrarlanmalıdır.
    e. Kolonoskopi: Makattan ince ışıklı bir tüple girilip tüm kalın barsak incelenir. Eğer şüphelenilen bir bölge,
    polip, ülser, v.b. görülürse aynı zamanda biyopsi yapılmasına da olanak sağlar. 50 yaş ve üzerindeki kişilerde
    mutlaka yapılması gerektiği bildirilmekle birlikte hangi sıklıkta yapılacağı tartışılmaktadır. Daha önceleri
    sonuçların tamamen normal olduğu kişilerde 5 yılda bir yapılması önerilirken Amerikan Kanser Cemiyetinin
    son önerisi 10 yılda bir tekrarlanmasıdır. 50 yaşından itibaren kadın ve erkeklerde bu tarama testlerinden
    birinin yapılması önerilmektedir. Bu testlerden herhangi birisi şüpheli çıkarsa mutlaka kolonoskopi
    yapılmalıdır.
    Rektal tuşe: Makattan parmakta muayenedir. 40 yaş üzerindeki kişilerde her yıl yapılmalıdır. Sadece bu
    yöntem tarama için tek başına yeterli değildir. Aşağıda belirtilen risk faktörlerine sahip olan kişiler kalın
    barsak kanserine yakalanma olasılıkları yüksektir. Bu nedenle tarama testlerini yaptırmaya daha erken
    yaşlarda başlayabilirler ve daha sık yaptırmaları gerekebilir.
    • Daha önce adenomatöz polip veya kolorektal kanser tanısı alanlar
    • Ailesinde yoğun kolorektal kanser veya polip görülenler (1. derece akrabalardan -anne, baba, kardeş yada
    çocuklar- birinde 60 yaşından daha erken yaşta veya 2. derece akrabalardan ikisinde herhangi bir yaşta
    kolorektal kanser veya polip olması)
    • Kronik inflamatuvar barsak hastalığı tanısı olanlar
    • Ailevi adenomatöz poliposis veya herediter non-poliposis koli gibi genetik geçişli kolorektal kanser
    hastalıkların ailede görülmesi 4. Melanom (cilt kanseri): Kendi kendine muayene her ay yapılmalıdır. Doktor
    muayenesi daha önce cilt kanseri geçirmiş hastalarda yapılmalıdır.
    Tarama testi ile erken tanı konulamayan kanserler nelerdir?
    Tarama testlerinin her zaman yüzde yüz kanseri göstermez. Bazen kanser olmayan hastalarda varmış gibi
    bulgular verebileceği ve bazı kanser vakalarını da atlayabileceği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Aynı
    zamanda kanser tanısının konmasında faydası olsa dahi hastaların sağ kalımını uzatmayan testler de günlük
    kullanıma girmemişlerdir.
    a. İdrar torbası (mesane) Kanseri:
    Mesane kanseri riskini arttıran faktörler şunlardır; sigara içme, yaşlılık (60 yaşından büyük), erkek olmak,
    kömür, lastik, kağıt, boya veya tekstil sanayilerinde çalışmak, kuru temizlemecide çalışmak, yüksek oranda
    arsenik içeren su içmek, sık idrar yolu infeksiyonu geçirmek, uzun süre mesane içinde sonda kalmasır, bazı
    kanser ilaçları ve ışın tedavileri yapılması, böbrek nakli yapılması ve genetik bir hastalık olan Herediter nonpoliposis
    coli sendromu olmasıdır.
    Mesane kanserini erken dönemde saptamak için yapılan bir tarama testi yoktur. Mesane kanseri olan hastalar
    genellikle kanlı idrar yapma şikayeti ile başvurur.Mesane kanseri tanısı konmuş hastaların izleminde
    sistoskopi (idrar torbasının içine girin bakmak) ve idrar sitolojisidir (idrarla dökülen hüzrelerin boyanarak
    patologlar tarafından mikroskop altında incelenmesi).
    b. Karaciğer Kanseri
    c. Mide Kanseri
    d. Yemek Borusu Kanseri
    e. Rahim Kanseri:
    Rahim kanserinin erken tanısında faydalı bir tarama testi olmamasına karşın beklenmedik ara kanama veya iç
    çamaşırında görülen şüpheli lekelerin mutlaka doktora bildirilmesi gerekir. Yüksek riskli kişilerde (kendisinde
    veya ailesinde herediter non-poliposis kolon kanseri olanlar) ise rahimden her yıl biyopsi yapılması ve 35
    yaşından itibaren bu işleme başlanılması önerilmektedir.
    f. Testis Kanseri
    g. Prostat Kanseri:
    Makattan parmakla muayene ve prostat spesifik antijen testi (PSA kan testi) prostat kanserinde tarama
    testleri olarak halen araştırılmaktadır. 50 yaşın üstünde olan ve önümüzdeki 10 yıl süreyle sağ olacağı
    düşünülen erkeklere bu taramalar önerilmektedir. Yüksek riskli kişilerde (bir veya daha fazla 1. dereceden
    akrabada erken yaşlarda prostat kanseri tanısı olması) bu testlere 45 yaşında başlanılmalıdır. Çok riskli
    kişilerde ilk testler 40 yaşında yapılıp sonuçlar normal gelirse 45 yaşından sonra yıllık taramalara da devam
    edilebilinir. Doktora testler hakkında bilgi almak için gelen kişilere tartışmalı noktalar anlatılmalı, fakat testleri
    yaptırmaları önerilmelidir.
    h. Over Kanseri:
    Kadın doğum muayenesi, transvajinal ultrason ve CA-125 testleri tarama testi olarak halen araştırılmaktadır.
    i. Ağız İçi Kanserler
    j. Nöroblastom
    k. Akciğer Kanseri:
    Akciğer grafisi, balgamın mikroskop altında incelenmesi sıklıkla çalışılmasına rağmen bu kansere bağlı
    ölümleri azalttığı gösterilememiştir. Son yıllarda spiral bilgisayarlı tomografi ile çalışmalar yapılmaktadır.

    Sigaranın Sağlığa Zararları

    Sigaranın Sağlığa Zararları
    Günümüzde her yıl 3.5-4 milyon insan ve her gün 10.000'nin
    üzerinde kişi sigaradan hayatını kaybediyor. Eğer gerekli
    önlemler alınmazsa bu sayının yılda 10 milyonlu rakamlara
    çıkması olası görünmektedir. Yakın bir zaman içerisinde
    sigaranın AIDS, tüberküloz, trafik kazası, anne ölümleri, intihar
    ve cinayetlerin toplamından daha fazla insan öldüreceği
    düşünülmektedir.
    Sigara bağımlılık yapar mı?
    Sigaranın her dozu sağlığa zararlıdır ve vücudumuzun çok çeşitli organlarına zarar veren binlerce kimyasal
    madde içermektedir. Ayrıca, ileri derecede bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve sadece kullanana değil, dumana
    maruz kalan diğer insanlara da zarar verir. Sigara bağımlılarını kendisine bağlayan nikotin, kokain ya da
    amfetamin kadar güçlü ve onlara benzer bir uyarıcıdır. Nikotin beyindeki yaşamsal işlevleri düzenleyen
    (yemek, cinsellik vb.) merkezlerden bazı ileticilerin (nörotransmiter) salınımına sebep olur. Sigara içildikten
    sonra duyulan haz ve doygunluğun nedeninin bu ileticiler olduğu düşünülmektedir. Nikotin bağımlılığa sebep
    olan eroin, kokain vb. diğer maddelerle benzer merkezleri etkilemektedir. Tiryakiye sürekli sigara içme isteği
    veren şey de nikotindir. Nikotin sigara içen kişiyi uyarır, kalp çarpıntısına, yüksek tansiyona, kişinin nefes alıp
    verişinin hızlanmasına sebep olur. Ayrıca, sigarada bulunan karbon monoksit, kişiyi sersemleştirmektedir.
    Ergenler üzerinde yapılan bir çalışmada, bağımlılık ve yoksunluk bulgularının kimi gençlerde sigaraya
    başladıktan bir kaç hafta gibi kısa süre sonra çıktığı görülmüştür. Bazıları daha uzun bir süre kullandıktan
    sonra bağımlı hale gelmektedir.
    Sigara çevredekilere zarar verir mi?
    Sigara dumanı olan havayı solumak sağlığınıza zararlı olabilir. Sigara dumanında küçük parçacıklar ve gazlar
    halinde dört binden fazla kimyasal madde bulunup, bunların çoğu zararlıdır ve bunların en az 40 tanesinin
    kansere yol açtığı bilinmektedir. Gazlar arasında, otomobil egzozundan çıkan karbon monoksit gazı da
    bulunmaktadır. Sigara dumanının sadece yüzde 15'i sigara içenin ciğerlerine girer. Geri kalanı başkalarının
    soluduğu havaya karışır. Yanan sigaranın ucundan çıkan sigara dumanında çok sayıda zehirli ve kansere yol
    açan madde bulunmaktadır. Bu kimyasal maddeler bazen sigara kullananın içine çektiğinden 30 defa daha
    yüksek miktarda olabilir. Fakat pasif sigara içenler, dumanı doğrudan ciğerlerine çeken aktif sigara içen
    kişilerle aynı yoğunlukta zehirli madde solumazlar. Çünkü sigara dumanı sigara içmeyen bir kimse tarafından
    solunmadan önce hava ile karışır. Bundan çıkartılacak sonuç, aktif sigara kullanmanın pasif içicilikten daha
    tehlikeli olduğu, ama bunun pasif sigara içmenin tehlikeli olmadığı anlamına gelmediğidir!
    Sigara dumanına maruz kalmak, sigara kullanmayanlarda akciğer kanseri nedenleri arasındadır. Evde
    diğerlerinin sigara dumanına maruz kalan sigara içmeyen kimseler, sigara dumanına maruz kalmayan sigara
    içmeyen kimselere göre yüzde 26 oranında daha fazla akciğer kanseri tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Sigara
    dumanına bu şekilde maruz kalmanın her yıl yaklaşık 18 kişinin akciğer kanserine yakalanmasına yol açtığı
    hesaplanmaktadır.
    Sigara bırakıldığında zararları düzelir mi?
    Sigarayı bıraktıktan 10 yıl sonra akciğer kanserine yakalanma riskiniz, sigara içmeye devam eden birinin
    taşıdığı riskin yarısına iner, kalp hastalığı riskiniz hiç sigara içmemiş birinin taşıdığı riskle aynı seviyeye gelir.
    On beş yıl sonra felç geçirme ve kalp krizi riskiniz hiç sigara içmemiş birinin taşıdığı riskle aynı seviyeye
    gelmektedir.
    • Sigaranın neden olduğu sağlık problemleri nelerdir?
    • Dünya sağlık örgütü istatistiklerine göre dünya ülkelerinin birçoğunda en çok rastlanan ve kanserden en
    çok ölüme yol açan nedenler arasında ilk sırayı akciğer kanseri alıyor. Son 40 yılda yüzde 250 oranında artış
    gösteren akciğer kanserine sadece ABD'de her yıl 160 bin kişi yakalanmaktadır. Türkiye'de ise her yıl 30-40
    bin kişide akciğer kanseri görülmektedir. Akciğer kanserlerinin yüzde 85'inin nedeni sigaradır. Uzmanlar, 100
    bin kişilik nüfusta hiç sigara içmeyenlerin akciğer kanserine yakalanma oranının 0.1-0.2, günde bir paket
    içenlerde 44, 1-2 paket içenlerde 58, günde 2 paket ya da daha fazla içenlerde 72 olduğuna dikkat çekiyor.
    • Kronik bronşit'in yüzde 75'inin, kalp hastalıklarının yüzde 25'inin nedeni sigaradır.
    • Günde sadece 5 tane sigara içen hamile bir kadının erken doğum yapması ya da oldukça küçük ve de
    sağlıksız bir bebek doğurma riski yüksek oranda artmaktadır.
    • Ağız kanseri vakalarının tamamına sigara yol açmaktadır. Yemek borusu kanserinden ölenlerin hemen
    hepsi sigara içtikleri için ölmüşlerdir.
    • Menopoz sigara içen kadınlarda beklenenden 5-10 yıl daha erken görülür. Bu da kemiklerin erkenden
    incelmesine ve de erimesine neden olur.
    • Düzenli bir şekilde sigara içilmesi, deri yapısını bozar, kırışıklıklara yol açar. Bunun yanında dişler sararır ve
    de kararır, tırnaklar sağlıksızlaşır.
    • Sigara içenlerin yaraları çok daha zor kapanır.
    Sigaranın zararlarını azaltmak için
    Sigarayı bırakmayı düşünün ve bunu hem kendi sağlığınız hem de ailenizin sağlığı açısından yapın. Öncelikle
    sigara dumanıyla kirletilmemiş, temiz hava solumanın, sigara içmeyenlerin hakkı olduğunu anlamamız
    gerekiyor. Arkadaşlarınızdan nazikçe sigara içmemelerini rica ediniz. Evinizde sigara içilmesini
    engelleyemiyorsanız, yatak odası, mutfak, banyo ya da başka bir kapalı yeri, sigara içilmesine izin verilmeyen
    alan olarak belirleyiniz. Sigara dumanı olan yerlerden uzak durunuz ve çocuklarınızın da uzak durmasını
    sağlayınız. Lokantalarda sigara içilmeyen yerlerde oturunuz. Eğer böyle bir yer mevcut değilse yöneticiler ile
    görüşerek böyle bir yerin oluşturulmasını önerebilirsiniz. Son olarak, aracınızın içinde ve özellikle
    çocuklarınızın yanında sigara içmeyiniz.

    kanser aşısı-livingston

    Kanseri tartışmaya devam

    İstanbul Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Aykan, geçtiğimiz hafta yayınladığımız "Kanser bir bakteri midir?" başlıklı haberde sözü edilen bakteri teorisine ve bu teorileri gündeme getiren Yeni Binyıl yazarı Etyen Mahçupyan'a cevap verdi.

    Prof. Dr. Aykan, teorinin zincirleme hatalardan oluştuğunu söylüyor. Ancak klasik tedavinin yanlış ya da eksik olduğunu düşünen doktorlar da yok değil

    *Kanser bir bakteridir ve aşıyla tedavi edilir diyen Livingston kliniği için: Literatürde Livingston Kliniğiyle ilgili sadece beş tane yayın bulabildim. Dördü kendi makaleleri. Makalede denilen de sadece dokuda bakteri gözlemlendiği. Kanserle bağlantısı açıklanmıyordu. Bir tanesi de Livingston Kliniği bulgularının doğru olmadığına dair bir yazıydı.

    * Kansere neden olduğu ileri sürülen pleomorfik (şekil değiştirebilen) bakteri konusunda:

    Pleomorfik bakteri diye bir şey yoktur. Bu insan maymuna, maymun file döner demek gibi bir şeydir.

    *İlaç şirketleri ve tıp dergileri ortaklaşa çalışır. Tedavi pahalı olmadığı sürece tıp dergileri yayınlamaz iddiası için:

    Sadece pahalı ilaçların kullanıldığı ve övüldüğü makaleler yayınlanıyor dergilerde savı yanlıştır. Tıp dergilerinde doğru kriterlere oturduğu sürece her tür yazı yayınlanabilir. Akupunkturun

    kemoterapi kusmalarını azalttığıyla ilgili makaleler de vardır. Akupunktur dünyanın en ucuz tedavilerinden biri. Ayrıca çok pahalı ilaçların başarısız olduğu ya da yaşam kalitesini çok düşürdüğü de yazılır o dergilerde. Bizim ciddiye aldığımız bir dergide yeterli sayıda vaka ile bir makaleleri yayınlandığı takdirde yaklaşımımız elbette ki farklı olacaktır. Ancak yine de bu tür teorilerin tek merkezli olmaması lazımdır. Çok merkezli ve çok hasta sayısı ile çalışılması gerekir.

    * Alternatif teoriler ilaç endüstrisine uygun olmadığı zaman yok sayılır, yapılan araştırmalar ve deneyler tıp dergilerinde yayınlanmaz, ilaç sanayii para kazanma uğruna bile bile insanları ölüme yollar, iddiası için:

    Geçmişte birçok teori atılmıştır kanser konusunda. Livingston dışında bir sürü teori var. Hepsi araştırılmış ve kanıtlananmamıştır.

    * Kanser sistemik (bütün vücutta olan) bir hastalıktır, bir bölgedeki tümörü temizleyerek hastalığı yenemezsiniz savı için:

    Kanserin sistemik olduğu savı doğru değildir. Bir kısmı sistemiktir bir kısmı değildir. Mesela meme kanseri, belli evresinden sonra sistemiktir, ama cilt kanseri lokaldir.

    t Bağışıklık sistemi çöktüğü an kanser başlar savı için:

    Bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla kanserin ortaya çıkması doğrudur. Dolayısıyla bağışıklık sistemi güçlendirilerek ya da uyarılarak tümörü yok etmek de mümkündür. Nitekim modern onkolojide de bu birkaç kanser türünde başarıyla yapılır. Verem mikrobu verilerek savaşılan tümörler vardır mesela.

    * Kemoterapi hiçbir işe yaramaz savı için:

    Kemoterapinin nedene yönelik bir tedavi olmadığını ve çok yan etkileri olduğunu biliyoruz. Ama erken ve orta evrede çok başarılıdır. Lenfoma, hodgin, testis tümörü ve korio karsinom ise kemoterapiyle tamamen tedavi edilen kanser türleridir. Erken evrelerde artık çok başarılı sonuçlar alıyoruz.

    * Kanser tedavisinde geleneksel yaklaşımlar terk edilmelidir savı için: Alternatif tıp tedavisi sırasında da çok ölen vardır. Bunlar hep gözardı ediliyor.

    * Vücut kanser bakterisine karşı kendini koruyamaz çünkü bu bakteri, hücrelere saldırdığı zaman HCG isminde bir hormon üretir. Bu hormon bağışılık sistemini aldatan bir hormondur. Normaldeki vazifesi anne karnına düşmüş bebeğin vücut tarafından yabancı madde olarak algılanmasını engellemek. Kanser durumunda aynı koruyuculuğu tümör için yapar savı için:

    HCG sadece testis tümörünün tek bir tipinde artar. Diğer tümörlerde bu hormonun artığı görülmez. Bahsedilen tarzda bir görevi de yoktur.

    Bağışıklık teorisini destekleyen doktorlar

    Kanser tedavisi yarım yapılıyor
    Dr. Adnan Noyan altı yıl önce bağırsak kanseri geçirmiş. Ailedeki bütün erkekler bağırsak kanserine yakalanmış ancak bir tek Adnan Noyan kurtuluyor. Dr. Noyan, ameliyattan sonra kemoterapi tedavisine başlıyor. "İlk seanstan sonra uluslararası literatürü taramaya başladım. Benim evremde cerrahi müdahalenin yeterli olduğunu ve kemoterapiye gerek duyulmadığını öğrendim. Ama gittiğim onkolog, ben doktorum diye kemoterapiyi özellikle yapmak istemiş. Dördüncü seansta durumu farkedip tedaviyi kestim. Düşünürsek kemoterapi bağışıklık sistemini çökerten bir uygulama. İyileşebilecekken ölebilirim de. O zaman fark ettim ki Türkiye'de kanser tedavisi yarım yapılıyor. Kemoterapi sırasında çok önemli bir şey unutuluyor. Kimseye bağışıklık sistemini güçlendirici bir vitamin, mineral ve gıda desteği önerilmiyor. Halbuki hastanın ölmesi ya da yaşaması bu desteğe bağlı. Amerika'da, Avrupa'da bu desteksiz tedavi kesinlikle yapılmıyor. Bir kere kemoterapi ilaçlarının etki etmesi için vücutta uzun süre kalması lazım. Hem ilacı verme süresinin uzaması hem de ona göre beslenerek ilacın vücutta kalmasını sağlamak gerek. Ama bizde, ilaçlar yarım saatte verilip, "istediğini ye" denilip hasta evine gönderiliyor. Kemoterapinin bu durumda sonuç vermesi çok zor. Doktorlar ciddi bir beslenme sistemi, vitamin, mineral ve antioksidan desteği verseler daha çok kişi bu hastalıktan kurtulabilir. Kemoterapi muayenehaneden çıkıp merkezlerde yapılmalı. Onkolog, patolog, psikolog ve bağışıklık sistemi bir gıda uzmanının koordineli çalıştığı merkezlerde yapılmalı.

    Ben, beslenme tarzımı tamamen değiştirdim. Yağsız ve liften zengin bir beslenme yaptım. Yüksek dozlarda C vitamini, selenyum, E vitamini ve beta karoten aldım. Her gün bir avuç hap içiyordum. Hastalara bu konuda bilgilenmelerini öneriyorum."

    İlaçların faydası yok
    Şu anda Marmara Üniversitesi'nde biyokimya profesörü olan Prof. Dr. Salih Yaşlak doktorasını Almanya'da, kanser ilaçları üzerine yapmış. Daha sonra beş yıl Edinburgh'da (İngiltere) ICI'da, üç yıldır da Londra Üniversitesi'nde antikanser ilaçların yapımında çalışıyor. "Bir madde yaparken neye karşı savaştığımızı bilmeden yapıyorduk. Bir şey yapılıyor, daha az yan etkisi olan seçiliyor. 100-200 vakaya göre ilaçlar piyasaya sürülüyor. Faydası olmadığı biline biline yapılıyor. Çünkü selektif (seçici) değil. Kanserli hücreyle beraber sağlam hücreyi de öldürüyor. Piyasadaki bütün ilaçlar böyledir. Bu durumda hastanın tedavisi imkansız. Selektif ilaç bulabilmek için çok büyük paralar harcanıyor. Bu harcamalar da elbette hastadan çıkarılıyor. Ama şu anki ilaçların hiçbir yararı yok."

    Livingston ile kurtuldum
    Cerrah Dr. İlhami Güneral kanser tedavisiyle ilgili bulabildiği bütün literatürü taramış şimdiye kadar. "Kanserden Korkma; Modası Geçmiş Tedaviden Kork" adında bir kitap çıkaran Güneral, kitabında radyoterapi ve kemoterapi dışındaki bütün tedavileri sıralamış. "Mesele şu: Kanser tedavisi sanıldığı gibi sadece radyoterapi ve kemoterapiyle yapılmıyor. Bugüne kadar birçok yöntem geliştiriliyor. Ancak bu insanların geliştirdiği yöntemler son derece başarılı olduğu halde ilaç sanayinin işine yaramadığı için yok sayılıyor. Ama başarıyorlar. Ben Livingston teknigi (kanserin nedeni bakteridir diyen ve aşı yoluyla tedavi eden klinik) ile prostat kanserinden kurtuldum. Metastaz olduğu halde. Türkiye'deki doktorların bırakın başka yöntemler, bağışıklık sistemi konusunda bile bilgileri yok. Halbuki her şeyden daha önemli. Livingston tedavisini Türkiye'ye getirmek için çok uğraştım. Ankara Fatih Üniversitesi ilgilenir gibi oldu ama sonra büyük bir hareket görmedim. Başka yöntemleri denemek isteyenleri yurtdışına mahkum ediyoruz."

    Kanserde alternatif tedaviler-kanser aşısı

    Kansere �alternatif� çözüm


    Telefondaki ses �Kansere yönelik ABD�de uygulanan ilginç ve çok başarılı sonuç veren bir yöntem var, haberiniz var mıydı?� diyor. Başlangıçta çok iddialı gelen bu cümlenin peşinden koştuğumuzda gerçekten ilginç, ilginç olduğu kadar sonuçsal olarak büyük oranda bilimsel verilere dayanan bir manzarayla karşılaştık.


    Bu cümle bizi İzmir�in Ödemiş ilçesine götürdü. İddialı cümlenin önemli bir tarafı bu ilçedeydi. Aksiyon ekibi olarak Ödemiş�te bir bilim adamının biraz da kuytularda kalmış tesbit ve yöntemlerini öğrendikçe bunların Aksiyon okurları tarafından da paylaşılmasını istedik. Kansere çözüm... Gerçekten iddialı. Ancak dosyayı tümüyle okuduğunuzda karşınızda alternatif metodların varlığını göreceksiniz.

    Yediğimize�içtiğimize dikkat!

    Yaşam sürüp giderken soluduğumuz havadan, içtiğimiz sudan ve besin maddelerinden savunma sistemimizi zayıflatan veya çökerten bir sürü madde bünyemize girer. Buna ilaveten, gıdalarda bulunması gereken ve bağışıklık sisteminin sağlıklı çalışması için olmazsa olmaz nitelikte bazı maddeler, üretim politikalarının ekonomik hedefe yönlendirilmesi yüzünden tamamen yok olmuştur.

    Büyük küçük bütün şehirlerimizde şebeke suları klor ile temizlenmekte. Halbuki klorun, sudaki organik maddelerle etkileşerek Trihalometan dediğimiz çok güçlü bir kanserojene dönüştüğünü söylüyor uzmanlar. Bu tehlikenin farkına varan Batı, tüm şehirlerinin musluklarından akan suları oksijenle arıtmakta.

    Sosis, salam, sucuk gibi et mamülleri ise, taze görünümleri bozulmasın diye nitrit veya nitrat katkı maddeleriyle hazırlanıyor. Bu katkı maddelerinin etin moleküler yapısı ile etkileşip yine etkili bir kanserojen olan nitrosamine dönüştüğünü söylüyor doktorlar.

    Meyve ve sebzelerimizin durumu da içler acısı. Artık yerli tohum bulmak neredeyse imkansız hale geldiğinden, yurt dışından aldığımız tohumlarla bu açık giderilmeye çalışılıyor. Ancak, mutfaklarımızda en çok kullanılan domates, patates, biber, patlıcan vb, sebzelerin tohumlarının üzerinde oynanan genetik oyunlar ve üretimi çoğaltmak, mahsulü daha iri hale getirmek uğruna kullanılan hormonlar bu besin maddelerini kanserojen hale getirmekte.

    Dar bir sahada uzun süre aynı toprağı işlemek, tarlanın tüm minerallerini yok etmekte. Bunu telafi etmek için kullanılan azotlu, potasyumlu ve fosforlu yapay gübreler üretilen sebzede bulunması gereken tüm hayati niteliklerin kaybına neden olmakta.

    Kanser korkulu rüya olmaktan çıkıyor

    Her yıl yaklaşık 500 bin insanımıza kanser teşhisi konmakta. Dünyada ise yine her sene milyonlarca insanın canını alan ve almakta olan son yüzyılın belalısı kanser, artık korkulu rüyamız olmaktan çıkma noktasında. Yıllar önce keşfedilen ancak bazı çevrelerin kamuoyundan sakladığı bir yöntem ile, kanserin birçok türü, geç teşhis edilse bile tedavi edilebiliyor. Bu tedavi yöntemi ile kansere karşı yüzde 90�lar oranında bir başarı sağlanmış durumda. Peki bu tedavi yöntemi nedir? Nasıl uygulanır? Bugüne kadar uygulanan klasik tedavi yöntemleri neden başarısızdı? Bu yeni yöntemin maliyeti nedir? Bunun gibi soruların cevabını aşağıda okuyacaksınız.

    Ancak bunları okumadan önce yıllarını tıp bilimine adamış bir insanın kanserle mücadelesine ve bugün geldiği noktaya dikkatinizi çekmek istiyoruz.

    Bir doktorun kanserle savaşı

    1914 yılında doğan ve tıp alanındaki parlak başarılarıyla dikkat çeken doktorumuz, 1943 yılında Diseksiyon Atlası kitabını yayınladı. Bu kitap Türkiye�de yayınlanan bu alandaki ilk telif eser oldu. Doktorumuzun asıl başarısı 1960 yılında gerçekleşti. Bu yıllarda ABD�de bir hastanede çalışan doktorumuza, çok sevdiği bir hocası tarafından şeffaf beyin modeli yapması söylenir. Bir sene bunun üzerinde çalışan doktorumuzun yaptığı �Şeffaf Beyin Modeli�, 1960 senesinde ABD Tabipler Birliği�nin Miami şehrinde düzenlediği Bilimsel Araştırma Toplantısı�nda bin 800 eser arasından birinci seçilir ve Billing Altın Madalyasını kazanır.

    Bu tarihten itibaren Türkiye�ye geri dönen doktorumuz kendisini İzmir�in Ödemiş ilçesinde insanların hayatlarını kurtarmaya adar. Birçok meslektaşının aksine büyük şehirlerde ve hastanelerde çalışmak yerine Anadolu�nun küçük bir kazasında çalışmayı tercih eder. Yıllar birbirini kovalar ve takvimler 1993�ü gösterdiğinde doktorumuzun hayatında çok önemli bir olay gerçekleşir. Zira kendisine kanser olduğu söylenir meslektaşları tarafından. Birden hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Ne de olsa bu hastalıktan kurtuluşun olmadığını iyi bilmektedir. Neyse ki kendisini çabuk toparlar ve teşhis konduğu gece aklına yıllar önce yabancı bir dergide okuduğu bir makale gelir. Meslektaşlarının ısrarına ve ricalarına karşı gelerek klasik kanser tedavisinin uygulanmasını reddeder. Okuduğu makale onun ABD�ye gitmesine neden olur. Çünkü bu makaledeki tedavi yalnızca bu ülkenin San Diago şehrinde bir klinikte uygulanmaktadır. Doktorumuz da burada iki hafta tedavi gördükten sonra tekrar Türkiye�ye döner. Girdiği checkup�lar sonunda artık vücudunda kanserli hücre kalmadığını görecektir doktorumuz.

    Yukarıda kısa bir özgeçmişini verdiğimiz kişi Op. Dr. İlhami Güneral�dir. İzmir�in Ödemiş ilçesinde doktorluk mesleğine devam eden Güneral, kendisini adeta kanserli hastaların iyileşmesine vakfetmiş durumda. Peki neden kanser teşhisi konduğunda klasik kanser tedavisine �hayır� dedi İlhami Güneral? Bunu kendisi şöyle açıklıyor; �Klasik kanser tedavi yönteminin hasta üzerinde ne sonuç verdiğini mesleğim gereği çok iyi biliyordum. Ben prostat kanseri olmuştum. Bu kanseri kimileri küçümser ama unutulmamalı ki iki Fransız Cumhurbaşkanı bu kanserden hayatlarını kaybetmiştir. Yani sizin anlayacağınız klasik tedavi yöntemi ile bu hastalıktan kurtuluş şansım yoktu.�

    Evet hemen hergün gazete sayfalarında kanserle savaşta yeni bir yöntemden ya da ilaçtan bahsediliyor ve yakında kanserin korkulu rüyamız olmaktan çıkacağını yazıyorlar. Fakat çevremizde ve dünyada insanlar bu hastalıktan ölmeye devam ediyor. Resmi kanser tedavisinin bu başarısızlığı ister istemez insanların farklı alternatiflere yönelmesine ve derdine deva aramasına neden oluyor. Kimileri dualarla, kimileri yatır ziyaretleri ile, kimileri otlarla, kimileri de yiyeceklerle bu amansız derde derman arıyor. �Denize düşen yılana sarılır� atasözünü haklı çıkaran kanserli hastalar yaşamlarını sürdürebilmek için her yolu deniyorlar. Lakin sonuç genelde hep aynı ve hasta...

    Klasik kanser tedavi yöntemi nedir?

    Dr. İlhami Güneral�in �klasik kanser tedavisi yöntemleri� ifadesiyle kastettiği, hemen hepimizin bildiği kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaledir. Cerrahi, radyoterapi (ışın tedavisi) ve kemoterapi (ilaç tedavisi) tedavi yöntemlerinde (bunlar onaylanmış üç kanser tedavi yöntemidir) kaydedilen tüm teknolojik ilerlemelere rağmen, kanserden dolayı ölüm oranlarında hiçbir azalma olmamıştır. Cerrahi müdahalenin bazı durumlarda faydalı olduğunu ve diğer iki yöntemin yararlı olması bir tarafa birçok kanser türünde insan hayatını kısalttığını söylüyor Güneral. Kemoterapinin ve radyoterapinin yüzde itibariyle çok düşük kimi kanser türü dışında kanserli hastalara hiçbir yarar sağlamadığı gibi çoğu kez hastanın ömrünü önemli ölçüde kısalttığını iddia ediyor. Bu iddiasını da şöyle açıklıyor; �Bizde hâlâ kullanılan kemoterapetik ilaçlar artık tıp camiasında alay konusu olmaya başladı. Örneğin 5FU Amerikalı doktorlar tarafından harfler kelimeye dönüştürülerek �Five Feet Under� yani �bir buçuk metre aşağıya� diye okunmaktadır. Anlamı da mezara girmektir. Diğer bir ilaç ise, BCNU, �Be seeing you� yani �görürsün gününü� diye okunmaktadır. Ayrıca Methotrexte ilaç kutularında Amerika�da şöyle bir uyarı vardır; �Bu ilaç anti�metabolik kemoterapi uzmanları tarafından uygulanabilir. Toksit ve hatta ölümle sonuçlanabilecek etkisi doktor tarafından hastaya önceden bildirilmeli ve hasta sürekli olarak doktorun kontrolü altında tutulmalıdır.� Gelin görün ki aynı ilacın bizdeki kutularında böyle bir ikaza rastlayamazsınız. Tıp camiası için herhangi bir hastalığı iyileştirmenin yanında, aynı derecede önem arzeden diğer bir konu da bu hastalığa sebebiyet veren etkenleri minimuma indirmek hatta mümkünse yok etmektir. Ancak klasik kanser tedavisinde bu hep gözardı edilmiştir.�

    Klasik kanser tedavisine kimler ne diyor

    Yıllardır kanserli hastalara tek kurtuluş reçetesi olarak sunulan kemoterapi ve radyoterapi hakkında Nobel Ödülü almış doktorlar da veryansın ediyor. İki kez Nobel Bilim Ödülü kazanan Dr. Linus Pauling, �Herkes şunu bilmelidir ki, konvansiyonel kanserle savaş büyük bir sahtekârlıktır� diyor. Milli Kanser İstişare Komisyonu�nda uzun süre çalışan ve de DNA�nın çift heliks (sarmal) yapısını keşfeden yine Nobel Ödüllü Dr. James Watson daha da sert konuşuyor, �Bu kanser savaşı hikayesi bir öbek dışkıdan başka birşey değildir� diyor. Ve nihayet büyük araştırmacı Dr. Robert Atkins ise; �Hiçbir işe yaramadığını bile bile hastasına kemoterapi uygulayan bir doktor hoşgörülü tabirle bir budala ve gerçek anlamda ise bir canidir� diyor. California Tıp Okulu Üniversitesi�nden Dr. Alan Lerine, �Bu ülkede kanserlilerin çoğu kemoterapi yüzünden ölüyor. 10 seneye yakın bir süreden beri istatistiklerin kanıtladığına göre göğüs, kolon (bağırsak) ve akciğer kanserlerinde kemoterapi tamamen etkisizdir. Ve de yan etkisi yani bağışıklık sistemine verdiği zarar yüzünden ölümü çabuklaştırmaktadır.�

    Kişisel çıkışlarla kalmıyor klasik kanser tedavisine eleştiriler. Amerika başta olmak üzere birçok ülkede bazı kuruluşlar ve toplantıların sonuç bildirilerinde bu yönteme veryansın ediliyor. ABD Senatosuna bağlı Office of Technology Assessment yani Teknoloji Değerlendirme İdaresi�nin raporu şöyle; �Yapılan incelemelerle görülmüştür ki, konvansiyonel tedavi kanser vakalarının sadece yüzde 10�20�sinde etkilidir. Yine de kanser potansiyeli mevcut kaldığı sürece bu etki kısa sürelidir.� ABD gibi teknolojik olarak önde olan bir ülkede klasik kanser tedavisi ile ilgili çarpıcı bir örnek de şöyle; �1970�lerin başında ABD Başkanı Nixon, �Kanserle Savaş� diye isimlendirdiği bir hareket başlatmıştı. Milyarlarca dolar harcanarak sürdürülen bu savaş büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Çünkü aynı süre içinde kanserden ölüm oranı yüzde 5 artış göstermişti.�

    American Cancer Society (ABD Kanser Cemiyeti) raporu oldukça uyarıcıdır; �1900�de her 100 ölümden 4�ü kansere bağlı iken, 1988�de bu rakam yüzde 20�ler dolayında gerçekleşmiştir.� Ayrıca Medi Trend mecmuasının 1991�1992 sayısında ABD Hastaneler Birliği�nin şöyle bir raporu yayımlandı; �1990�larda ülkemizdeki kanserli adedi iki misline çıkacak ve 21. yüzyılda kanser kalp hastalıklarından daha fazla can alacak.�

    Klasik kanser tedavisi ilaç

    firmalarının işine mi yarıyor?

    Klasik kanser tedavisine yönelik bunca sert eleştirilere rağmen, bu yöntemler hâlâ insanlar üzerinde uygulanıyor ve tıp camiası alternatif yöntemleri zikredenleri bile aforoz ediyor. Klasik kanser tedavisinin, ilaç firmalarına ve onların taşeronu olan bir kısım doktorlara sağladığı yararlardan başka, kimseye bir fayda getirmediğini söylüyor Dr. İlhami Güneral ve ekliyor, �Görülüyor ki, bugün ülkemizde dostlar alış�verişte görsün diye rastgele kullanılan kemoterapi ilaçları sadece ilaç firmalarına yarar sağlamaktadır. Bunun daha iyi anlaşılması için insanların geçmişe şöyle bir bakması daha sağlıklı olur. Örneğin, 1928 yılında Fleming, Penisilini keşfetti. Ancak o zamanlarda �sulfamit grubu� vardı. Buna muazzam paralar yatırılmıştı. İlaç firmaları bu yatırımı kurtarmak için türlü baskılara başvurmuş ve tam 12 yıl, penisilin üretimini sabote etmişti. Ancak II. Dünya Savaşı�nda binlerce asker ve sivil enfeksiyondan ölünce akılları başlarına geldi ve üçbuçuk ay gibi kısa bir sürede hastalar tedavi edildi penisilinle.� Dr. Güneral�in ortaya atmış olduğu iddia pek yabana atılır türden değil. Çünkü ABD başta olmak üzere gelişmiş Batı ülkelerinde ilaç sektörü öylesine güçlenmiş durumda ki, onların yıllık ciroları Türkiye�nin bütçesine tekabül etmekte.

    Tıp camiasına yenilikleri kabul ettirmek hiç de kolay değil. Paracelsus�dan, Pasteur�e kadar tam 400 yıl boyunca cerrahlar ameliyattan önce ellerini yıkamamakta direnerek yüzbinlerce hastanın ölümüne neden oldular. Mikroptan söz eden Pasteur, yaşamının büyük bölümünde meslektaşları tarafından alay konusu edildi. Ve nihayet Dr. Jenner, milyonlarca hayat kurtaran çiçek aşısının nasıl etki gösterdiğini açıklayamadığı için tıp dünyasının hücum ve baskılarıyla karşılaşmıştı. Oysa ilim deneylerle tesbit edilmişse artık bilimdir.

    Dr. İlhami Güneral�e klasik kanser tedavisinin neden hâlâ uygulanmakta olduğunu sorduğumuzda ise ilginç bir açıklama yapıyor; �İşadamları arasında şöyle bir söz vardır; �yeni keşfe para yatıracak servet sahibi, eski yatırımının yok olacağından habersiz budaladır� diye. Ayrıca bugün ABD�de bütün hastaneler ilaç sanayiinin emri altındadır. Bu durumdaki hastanelerin ilaç firmalarını karşılarına alarak alternatif tedavi yöntemlerine yönelmeleri çok zor hatta imkansızdır.�

    Klasik kanser tedavisi

    ömrü azaltıyor mu?

    Klasik kanser tedavisi yöntemlerinden olan kemoterapi ve radyoterapinin hasta üzerinde uygulanırken hem tümörlü hücreleri hem de sağlıklı dokuları yok ettiğini ve bu uygulamanın yarardan çok zarar verdiğini iddia ediyor Dr. Güneral. Kemoterapi ve radyoterapi, kanserli hastaların yemek yiyebilme kabiliyetini ve iştahını azaltmakta. Bunun neticesinde vücudun gereksinim duyacağı besin maddelerinin alınmasını engellediğinden, kemoterapi ve radyoterapi, yarar yerine hastalara zarar vermekte. Klasik kanser tedavisinde, kısmi olmak şartı ile, başarı oranı ancak yüzde 10�20 arasında.

    Ancak Dr. Viriginia Livingston�ın keşfettiği ve bugün ABD�de hâlâ kendi kurmuş olduğu klinikte uygulanan yeni tedavi yöntemi ile kanser tedavisinde yüzde 90�lar seviyesinde bir başarı elde ediliyor. Kanserin sebebi, belli çevrelerde hâlâ ciddi bir tartışma konusudur. Bazı viroloji (virüslerle ilgilenen tıp dalı) uzmanları kanserin virüs enfeksiyonu sonucunda ortaya çıktığını öne sürmekte. Onkologlar ise, çoğu kanser türünün kimyasal maddeler veya radyasyon etkisiyle mutasyona uğramış hücrelerin kontrölsüz çoğalmalarının sonucunda ortaya çıkan yumrulardan ibaret olduğunu savunuyorlar. Dr. Viriginia Livingston�Wheeler ve çalışma arkadaşları, 40 yıl boyunca sürdürdükleri deneyler sonunda kanserin, tüm canlılarda, doğumdan ölüme dek var olan bir mikrop yüzünden oluştuğunu kanıtladılar. Ayrıca, pleomorfik karakterde olan bu mikrop filtreden geçebilecek kadar küçülebildiğinden 1910�da Dr. Peyton Rous�yu yanıltmış ve virüs olarak yorumlamıştı. Bu organizma aynı zamanda konak hücreleri melezleştirebilecek ve bu yolla onlara istila edici ve toksik özellikler kazandırabilecek bir genetik mühendislik becerisi ortaya koyabilecek güce de sahiptir.

    Kanser tedavisi devrimi gerçekleşiyor

    Dr. Virginia Livingston 1947�de bir mektebin doktorluğunu yaparken kendisine müracaat eden hemşirenin parmak uçlarında ve burun bölmesinde yaralar görüyor ve Scleroderma ile birlikte seyreden bir Reynaud hastalığı ile karşılaşıyor. Merakla her iki yaradan aldığı parçaların mikroskobik tetkikinde o zamana kadar rastlamadığı verem basiline benzer bir mikrop görüyor. Mikrobun Scleroderma ile bir ilgisinin olup olmadığını anlamak için kobaylar üzerinde deneyler yapıyor, hayvanların hepsinde Sclerodermayı andıran değişikliklerin yanı sıra beklemediği bir başka oluşum görüyor. Kanser olasılığı 500 binde bir olan kobayların yüzde 25�inde kanser teşekkül ediyor. Bu deneyler sonucunda kanserin mikrobik bir hastalık olduğunu keşfediyor Dr. Viriginia Livingston. Dr. Virginia bu mikroba Progenitor Cryptocides (P.C.) adını verdi ve elde ettiği sonuç büyük bir keşif kapısını araladı.

    Dr. Viriginia deneylerini genişleterek ameliyathanelerde taze ve steril kanser dokularını alarak inceledi ve hangi kanser türü olursa olsun hep aynı mikroba rastladı. Bu sıralarda tavuk çiftliklerini kasıp kavuran bir lökosis (bir kanser türü) salgını hüküm sürüyordu. Dr. Viriginia bu çiftliklerden topladığı hasta tavukların kanından elde ettiği mikroplarla bir aşı yaptı. Aşıyı hasta tavuklar üzerinde denedi. Ölmek üzere olan tüm hayvanlar birkaç saat içinde ayağa kalktılar. Buradan şu sonuca vardı Dr. Viriginia ve çalışma arkadaşları, �kanser mikrobundan elde edilen aşı, kanseri tedavi ediyordu.� Dr. Viriginia son olarak bunu Koch kanunu ile denedi. Bu kanun dört koşulu içeriyordu;

    1. Sebep olarak ileri sürülen mikrop, o hastalığın her vakasında görülmeli.

    2. Bu mikrop hasta canlıdan alınıp yapay bir ortamda üretilebilmeli.

    3. Üretilen bu mikrop, o hastalığa yakalanabilen bir hayvana aşılandığında aynı hastalığı oluşturmalı.

    4. Bu son hastadan alınan mikrop bir kültür ortamında yeniden üretilebilmeli.

    Dr. Viriginia�nın bu uygulaması başarı ile sonuçlandı. Dr. Livingston�un kanser tedavisinde önemli buluşlarından biri de, mikrobun memelilerin üremesinde olmazsa olmaz nitelikte bir hormon olan Coriogonadotropin salgıladığını keşfetmesidir. Bu hormon, aşılanmış yumurtayı kamufle ederek, gelişmekte olan fetüsü bağışıklık sisteminin hışmından koruyordu. Fakat kanser oluşumuna neden olan bu mikrop aynı hormonla kanseri de kamufle ederek bağışıklık sistemi tarafından deşifre edilmesini önlüyordu.

    Dr. Viriginia yazdığı kitabında yeni tedavi yöntemini şöyle anlatıyor; �Aside dirençli olduğunu keşfettiğim ve Progenitor Cryptocides olarak adlandırdığım organizma, tüberküloz ve cüzzama neden olan basillerin birinci dereceden akrabası olan bir basildir. P.C. mikrobu hem �iyi adam�, hem de �kötü adam�dır ve bu nedenle Zorunlu Simbiyont (ortak yaşam süren canlı) olarak adlandırılır. Progenitor Cryptocides tüm kanserlerin etken unsurudur. Bu mikrop bütün hücrelerimizde bulunmakta ve onu kontrol altında tutabilecek olan da yalnızca bağışıklık sistemimizdir� diyor.

    Yani kötü beslenme, enfekte olmuş besinler veya yaşlılık nedeniyle bağışıklık sistemimiz zayıfladığında, bu mikrop tutunacağı bir nokta bularak kanserleşen hücreleri tümörlere dönüştürüyor. Daha anlaşılır bir ifade ile, bu mikroplar zorunlu bir ortak yaşam (sembiyoz) sürdürmekte, yani normal hücrelerde sembiyot (ortak yaşam sürdüren organizma) olarak bulunmakta, yalnızca yaraların iyileşmesi sürecinde ortaya çıkmakta. Fakat bağışıklık sistemi ve beslenme ile kontrol altında tutulmadığında, hücre DNA�sına müdahale ederek tümör hücreleri oluşturmakta. Bu normal bir hücre fonksiyonu olmakla birlikte kontrolden çıktığında patojenik bir duruma dönüşmekte.

    Bir bakterinin, bakteriye hiç benzemeyen biçimlere bürünecek kadar çok biçimli (pleomorfik) olabilmesinin kendisini çok etkilendiğini söyleyen Dr. Viriginia, �O yıllarda, bir organizmanın virüs mü yoksa bakteri mi olduğuna, özel bir filtreden geçip geçmediğine bakılarak karar veriliyordu. Çok küçük boyutlarda olan virüsler bu filtreden geçiyor, daha büyük olan basiller ise geçemiyordu� diye yazıyor kitabında.

    Yine Dr. Viriginia kitabında kanser tedavisinde uyguladıkları yöntemin artık yavaş yavaş kabul gördüğünü şöyle anlatıyor: �Laboratuarımızdaki deneyler ve defalarca elde ettiğimiz klinik başarılarla, kanserin immünoterapiyle önlenmesinin mümkün ve tedavisinde iyi beslenmenin ne kadar önemli olduğunu defalarca kanıtlamış olmamıza rağmen, bu kavram tıp dünyasında yeni yeni kabul edilmektedir.�

    Alternatif yöntemle nasıl tedavi ediliyor?

    Bağışıklık sistemimiz sayısız hastalığa karşı vücudumuzun tek koruması. Hastalığa yol açtığını bildiğimiz maddelerin yanısıra, vücudumuzda potansiyel olarak hastalık oluşturabilecek binlerce madde de bu sistem tarafından yok ediliyor. Yine hastalığın yok edilmesini takip eden onarım ve iyileşme sürecine de bu sistem katkıda bulunuyor. Bağışıklık sistemi, vücudumuzu hem içeriden (kendi biyokimyasal reaksiyonlarımızın yan ürünleri) hem de dışarıdan gelen saldırılara (bakteriler, virüsler, zehirler v.b) karşı korur. Bu sistem neyin vücudumuzun parçası olduğunu, neyin olmadığını bilir. Eğer böyle bir sistem olmasa insan ömrü haftalarla ifade edilebilecek kadar kısa olurdu ya da bütün hayatımızı yalıtılmış bir oksijen çadırında geçirmek zorunda kalırdık.

    Hepimizin vücudunda kansere yol açan mikroorganizma bulunur. Vücudumuzda kanser gelişmesini önleyen bağışıklık sistemimizdir ve yine kansere gelişme imkanı sağlayan da bağışıklık sistemimizin çöküşüdür. Bağışıklık sisteminin çöküşünü sağlayan nedenler ise, trans mineral diye bildiğimiz eser minarellerdir. Bu minarelleri sebzelerden, meyvelerden yani doğal ortamda yetişen bitkilerden alabiliyoruz. Bütün hastalıklara karşı savaş veren ve bizi hayatta tutan bağışıklık sisteminin her zaman güçlü olması gerekiyor. Dr. Viriginia�nın kanser tedavisinde uyguladığı yöntemin temelini de bu oluşturuyor. Dr. Viriginia�nın kliniğinde kanser tedavisi kısaca şöyle uygulanıyor:

    * Hasta kliniğe geldiğinde idrar örneği alınıyor. Bu idrarın kültürü yapılıyor ve P. Cryptocides (P.C.) organizmaları ayrıştırılarak otojen aşı hazırlanmasında kullanılıyor. Bu işlemler yaklaşık üç hafta sürüyor.

    * İzole edilmiş P. Cryptocides�ler kullanılarak, hangi antibiyotiklerin hastaya yardımcı olabileceğini saptamaya yönelik antibiyotik duyarlılık testleri gerçekleştiriliyor.

    * Tübönnikrosis faktör denilen TDNF sağlıklı hasta yakınından alınarak, hasta olan kimseye enjekte edilir.

    * Haftada iki defa idrar kültürü yapılıyor.

    * Hasta her muayeneye geldiğinde, canlı�boyanmış taze kan damlaları üzerinde karanlık�alan ve aydınlık�alan mikroskop incelemeleri yapılıyor. Bu, hastalığın ilerleyişinin gözlenmesi için yapılan rutin bir testtir.

    Bunların dışında hastalara diyet programı uygulanır. Bu diyet, tedavinin temel taşlarından biridir.

    Diyet neleri kapsıyor?

    Unlu mamüllerde kullanılan yumurtalar da dahil olmak üzere tüm kümes hayvanı ürünleri diyetten çıkarılıyor. Bununla birlikte her tür şeker de yine diyet dışında tutuluyor. Çünkü mikroplar şekeri, demiri ve bakırı çok sever diyor Dr. Viriginia kitabında.

    Konuyla ilgili olarak daha fazla bilgi edinmek isteyenler Dr. Viriginia Livingston�un yakında yayınlanacak olan �The Conquest of Cancer� yani �Kanserin fethi� adlı kitaptan temin edebilirler.

    Güneral; �Doğal beslenme

    kanserin düşmanı�

    Anadolu�nun bir köşesinde 86 yaşındaki ihtiyar bir doktor, İlhami Güneral, kendisini kanser tedavisine vakfetmiş bir insan. Ancak onca kanser tedavisinin varlığının kamuoyuna açıklanmamasını da içine sindiremiyor ve �Onkologlarımızın, akademisyenlerimizin özellikle sağlık bakanlığımızın kanserle ilgili o kadar tedavi yönteminden haberleri yok mu? Kanserle ilgili gerçekleri Sağlık Bakanlığı bilmiyorsa gerçekten utanç verici, yok eğer biliyor da susuyor ve gereken tedbirleri almıyorlarsa bu bir günah ve mesleğe ihanettir� diyor.

    Tıp mensubu için önlemin tedaviden de daha önemli olduğunu belirten Güneral, �Bazı okurlarınız besin maddelerinin kansere yol açtığı konusunu abartığımı düşünebilirler, bu nedenle global diyeceğim iki olaydan bahsedeceğim. 1940�ta Naziler, Polanya�yı işgal ettiklerinde ülkedeki istatistikçiler yıllık kanser ensidantını 180 bin olarak gösteriyorlardı. Dört yıl süren işgal sonunda rakam 120 bine inmişti. Çünkü işgal esnasında kanserojen nitelikte ne varsa sosis, salam, rafine un, sigara, alkollü ve alkolsüz içkiler, konserveler piyasadan kalkmıştı. Halk, bahçesinde yetiştirdiği ya da denizden elde ettiği ürünlerle yetinmişti� diyor.

    Pasifik�te Torres takım adalarında görevli Dr. Nimmo�nun hatıralarında şöyle yazdığını dile getiriyor İlhami Güneral, �13 yıl süren ada hayatımda 4 bin yerli arasında tek bir kanser olayına rastlamadım. Fakat adaya gönderilen 300 dolayındaki memurdan 33�ünde kanser gördüm. Yerliler tamamen doğal yollarla elde ettikleri sebze, meyve ve balıklarla beslenirken, beyazlar sözüm ona medeniyetin ürünü olan konserveler, şekerli gıdalar ve et mamülleri ile besleniyorlardı.�

    Son olarak Op. Dr. İlhami Güneral, bir insan üzerinde gerekli etüdlerin tam olarak yapılması halinde kanser teşhisinin bir sene önceden konulabileceğini iddia ediyor.

    Tüm bunlar sizce de çok iddialı teşhis ve tesbitler mi?
    kaynak:aksiyon